Hazarfen Ahmed Çelebi çalışmalarını tamamlamıştı. Heyecanlıydı. Ama Avrupa’dan Asya’ya uçarak geçeceği için değil. Takvimler 1632 yılını gösterdiğinde bunu farkına varması güçtü. Bu delikanlı yüksek bir yer olan Galata’yı buldu. Merdivenlerden çıktı. Kanatlarını kollarına geçirdi. Üsküdar Doğancılar’a kadar semalarda süzüldü. 21. yüzyıl İstanbul’un da olduğu gibi Cape Town’dan Oslo’ya, Tokyo’dan Los Angeles’a kadar erişen uçaklar ve içerisinde ki aceleci insanlar nedeniyle göklerde bir telaş yoktu. Gökleri delen binalar ve köprüler de yoktu. Sadece ilk uçan insan göklere hâkimdi. Bugün aynı güzergâhta gene uçmaya kalksa birçok modern yapı ile karşılaşırdı. Ama İstanbul bir yandan da hala geçmişini, sevgilisinden gelen ilk mektubu teneke kutuda saklayan bir çocuk heyecanıyla mistik yapısı ile Hazerfen için koruyor.

İsmail elindeki peçeteyle alnındaki terleri silerken amcaoğlu bir yandan haydi halaya gel diye sesleniyordu. Onunsa aklında sadece yaptığı evliliğin cahilce bir davranış olup olmadığı sorusu vardı. Kıt kanaat geçinen biriydi. Eşi de çalışmayacaktı. Başını öne eğmiş bunları düşünürken gözü yakasına takılmış kocaman sapsarı cumhuriyet altınına daldı. Atatürk ile göz göze gelmişti ki akrabaları çekiştirerek dans pistine sürükledi. Artık kendini dansa bırakmaktan başka çare yoktu. Belki Atatürk’ten de güç aldı. Ulu önderde çok zor şartlarda yokluğun üstesinden gelmişti. Zeytinburnu Düğün Salonu’nun spotları eşliğinde ayağını bir sağa bir sola savurdu. Sadece halay çekseydiler yine bu kadar yorulmazdı. Horon, zeybek, hora, teke derken saatlerce çılgınlar gibi oynadılar. Türkiye’de halk oyunları o kadar çeşitlidir ki türleri saymakla bitmez. Hele ki İstanbul’un düğün salonları dans laboratuvarı gibidir. Ülkenin her ilinden akın edenler her yöreye ait farklı bir ezgi sergiler. Ertesi gün İsmail eşiyle beraber tüm yorgunluklarını kovmak için yola çıktılar…

Salih abi Çukurcuma’daki küçük bakkal dükkânında müşteri beklerken ince belli bardakta çay içip komşu dükkândaki elektrik ustasıyla tavla oynamaktan büyük zevk alırdı. Adana’da dedesinden pamuk tarlası kalmasına rağmen büyük şehirde kalıp dev marketlere kafa tutmayı tercih etti. Müşteriler Salih Ağa diye seslendiğinde alçak gönüllülüğünden ‘ne ağası’ der ama utancından da yanakları kıpkırmızı olurdu. Zengindi ama hayatın durağanlığı onu sıkıyordu. Tavla maçlarında genelde kaybederdi. Çoğu zaman mars olurdu. Bir gün küçük bir değişikliğe ihtiyacı olduğunu düşündü…

Tom İngiltere’de Berkhamsted’de bekar hayatı sürerdi. Her akşam markete oradan eve geçerdi. Bazen dayanamaz, bir şeyler atıştırmak için kendini barlara atardı. Akşam eve gelmeden de döner yemeği alışkanlık haline getirmişti. Bir gün Ashridge abidesinin tepesinde doğayı izlerken dünyayı keşfetmeye karar verdi. Londra’dan trenle Avrupa’yı mı gitsem yoksa uçakla İran’a mı uçsam derken İstanbul’a gelirsem aynı anda iki kıta gezmiş olurum ve bu da bana moral olur diye düşündü. Birkaç haftaya kalmadan İstanbul’a gitti. Yerebatan Sarnıcı’na girdi. Rutubet nefesini kesti. Ters medusa heykeli de biraz içini ürpertti. Ayasofya Müzesi’ni geçtiğinde kilise mi burası yoksa cami mi demeden aynı amaca hizmet ettiğini hissetti. Etraf kalabalıktı.

 

İnsanlar işini bırakıp Sultanahmet Camii’ne yürürken peşlerine takıldı. Camiden içeri adım atmaya kalmadı ki ezan sesi yükseldi. Bu da kalabalığın nedenini açıklamış oldu. Böylelikle Cuma namazını da izlemiş oldu. Daha sırada görülecek Arkeoloji Müzesi, Mozaik Müzesi ve Topkapı Sarayı vardı. Ama acıktığı için köfteciye oturdu. Böylece acı sos ve piyaz ile de tanışmış oldu. Çıkışta dükkanın köşesinde yara bere olmuş çıplak ayaklarıyla bekleyen kara kaşlı kara gözlü çocuğu da unutmadı. Onun için de küçük bir şişe ayranı vardı. Tom insaniyet duygusunu turist kimliği ile kaybetmemişti. Hava da kararıyordu. Ülkesinde kendisine ilham veren anıtın bir benzeri bu şehirde de vardı ve onu görme vakti gelip çatmıştı… Ayşegül bütün gün hırstan deliye dönmüştü. Kariyerinde yükselmek istiyordu. Ama patronunun tavırları artık deli ediyordu. Karşısındakini küçük gören kendini beğenmiş bir yönetici ile çalışmak işkence kıvamındadır. Maslak’ın yüksek binaları hapishane parmaklıkları gibi geliyordu. Dayanamayıp istifasını verdi. Özgürlüğünü ilan etti.

İnsanlara değil ama İstanbul’a tepeden bakmak istiyordu. Çıktı ofis dışına bindi metroya… Nergis köşede duran tezgahtan dört simit aldı ve iskeleye doğru yöneldi. Kadıköy-Karaköy vapurunun kalkmasına birkaç dakika kala üst katta açık alanda yerini aldı. Dört simiti ne yapacak demeyin. Siz hiç vapurdan simit atarak martı beslediğiniz mi? Nergis vapur düdüğüyle elini poşetine atar daha Haydarpaşa tren garı hizasına gelmeden ilk simitin servisini tamamlardı. Martıları bir annenin çocuğu beslediği gibi şefkatle doyururdu. Yine bu rituelini gerçekleştirdi. Aslında yolculuğu işin bahanesidir. Gideceği yer ise yıllardan beri aynıdır…

Buse Kız Kulesi manzarasına karşı türk kahvesini yudumlarken içinde erkek arkadaşına duyduğu nefret tavan yapıyordu. Aldatılmak insana acı verir. Yine de kalbi sevmekten vazgeçmez. Onu unutamıyordu. Daha fazla dayanamadı. Sevdiğini ilk gördüğü yere doğru yola koyuldu… Umut her gün Kapalıçarşı’daki dükkanında turistleri beklerdi. Onlarca çeşit baharat satar. Hepsini de kokusundan bilir. Dükkanın önünden günde binlerce insan geçer. Bu insanları İstanbul’a çeken neydi? Kendisine yeterince zaman ayırmıyordu. Ta ki bir blog yazısında “Kendi şehrinin turisti ol!” sloganını görene kadar bu böyle devam etti. Sonrasında kendine ‘gezilecek yerler listesi’ çıkardı. İş çıkışı yola koyuldu… Linda Kadıköy’ün sokaklarını gezerken şehre aşık olmuştu. Sahilden Moda’ya kadar yürüdü. Yanından geçen tramvayların kırmızısı güneşle beraber parlıyordu. Moda’ya vardığında dikkatini kendi memleketinde olmayan bir şey çekti. Sokaklarda çok sayıda kedi ve köpek vardı. Bunlar sahibi olan evcil hayvanlar değildi ama yabani de değillerdi. Bu hayvanları sevenlerin onları besleyenlerin iyilik dolu insanlar olduğunu hayal etti. Moda’da çay bahçesinde oralet içerken kendisine siyah bir kedi arkadaşlık etti. Onu okşadı, sevdi. Ama bu aşkın bitmesi lazımdı. Artık karşıya geçme vakti geldi. Gezilmesi gereken başka yerler de vardı…

Güneşli bir İstanbul gününün sonunda karanlıkla beraber Galata Kulesi’ne çıktım. Kuleye giriş yapan son ziyaretçilerden biriydim. Saat itibariyle giriş kapandığı için içeride on kişi kaldık. Etrafıma bir göz attım. İsmail eşine sarılmış Boğaz manzarasına bakarken Salih Ağa Çukurcuma’yı görebilir miyim diye uğraşıyordu. Tom kuleyi kendi ülkesinde gördükleri ile kıyaslarken Ayşegül Karaköy limanına yanaşmış büyük gemilere bakıyor ve tatil hayaline dalıyordu. Buse ve Umut aralarında kısa bir sohbete dalmış İstanbul’un güzelliklerini tartışırken Linda İstanbul’un büyüsüne kapılmış bir şekilde Haliç’e bakıyordu. İstanbul’un büyüsü bizi farklı amaçlar için Hazarfen’in pistinde buluşturdu. Farklı kültürler ve farklı insanlar olarak o an ki ruh halimizin de etkisiyle duygu karması oluşturduk. İstanbul dünya başkentidir ve hep öyle kalacak!